Erich Fromm - Sevme Sanatı Üzerine
Bugün psikanalist,
sosyolog Erich Fromm’un “Sevme Sanatı” isimli kitabından bahsetmek
istedim. Öncelikle bu kitap, sevmek edimine psikolojik ve sosyal boyutlardan
olabildikçe geniş bir çevreden bakabilmiş, sonlara doğru biraz daha felsefi
argümanlar ortaya koymuş ve bence yazarının Anglo-Saxon geleneğini çok iyi
yansıtmış bir kitap: çözümlemeleri değil ama çözümleriyle, naif ve umutlu bir
dede canlandı gözlerimin önünde.
B-Anne sevgisi: Tıpkı Tanrı’nın dünyayı yaratıp sonra ilgiyle onu izlemesi gibi anne de çocuğu yaşatan, onun yaşamıyla ilgilenen ve sahip olduğu “yaşama sevinci”yle çocuğuna dünyanın yaşanılası bir yer olduğunu hatırlatan bir figürdür. Çaresiz olanı sevmek ve yaşatmak ve kendi olmasına izin vermek döngüsüdür bir nevi. Bu yüzdendir ki bir annenin sevgisi çocuk büyürken sınanır, eğer ki anne çocuğunun kendi olmasına izin vermiyorsa orada narsistik bir sevgi yer alıyor demektir.
C- Cinsel Sevgi: Annelik ve kardeşliğin genel yanından farklı olarak -tüm çaresizleri ve tüm kardeşlerimi sevebilirim- cinsel sevgi karşıt olanla bir olma ihtiyacından doğar, bu yüzden yapısı gereği genelleştirilemez, bir kişiye özeldir. Bu yüzden aldatcı olduğunu söyler Fromm. Yanında tüm hiddetiyle insanın kendi olabildiği bir sevgi, beden dahil olmak üzere mahremiyetin yıkıldığı bir sevgi olarak anlatır, hatta pek çok itişmeye, zararlı ilişkiye rağmen hala ayrılmak istemeyen evli çiftlerin hastalıklı bağını böyle anlayabiliriz, der.
Freud ve Lacan kokan bu tespitler beni meraklısı için küçük bir kaynak bırakmaya teşvik etti, tam şimdi:
Kitap,
önsözünde eline kişisel gelişim niyetiyle bu kitabı alanları hayal kırıklığına
uğratmak için olsa gerek, sevginin; içine düşülen bir talih değil -fall in
love- belirli bir olgunlukta barınan, emekle ve yaratıcılıkla (baya creativity
diyor) kazanılan ve nihayetinde insana alçakgönüllülük, cesaret, inanç ve
disiplin kazandıran bir kabiliyet -be in love- olduğunu, herkesin
sevemeyeceğini anlatıyor.
Erich
Fromm’a göre sevgi, “bilgi ve çaba” gerektiren bir sanat. Öyleyse Ne olduğuna
(bilgisine) ve nasıl uygulandığına (çaba) bir bakalım.
Ahmet
Haşim’in, “şiiri anlatmak, eti için bülbülü öldürmeye benzer.” Dediğini yeri
gelmişken hatırlatıyor, bülbülünüze sahip çıkmanızı temenni ediyorum.
Öncelikle
kitap esas sıkıntının, sevme “yeti”sini kazanmaya değil de sevgi “nesne”si
olmaya çabalamaktan kaynaklandığını söyleyerek başlar. Anlaşılan sevmenin ne
olduğuna kafa yormaktan imtina eden pek çok insanın sevilmek için oldukça fazla
kafa yorması bir hayli şaşırtır yazarı. -güç peşinde erkekler, güzellik peşinde
kadınlar, felan.- Hemen ardından sosyolog edasıyla sevginin aldığı bu tavrın
bir sebebi olarak şunu anlatır: Victoria döneminde evlilik, geleneksel
alışkanlıklara göre -görücü usulü, ailelerin sosyal koşullarının gereklerine
uygun- yapılırdı. Sevginin bu gerekli koşul sağlandıktan sonra doğacağı
beklenirdi. -nikah’tan doğan keramet.- sonraki kuşakların sahip olduğu romantik
sevgi’nin getirdiği özgürlük anlayışı, nesne’nin önemini, yeti’nin önemine göre
epeyce arttırmış olsa gerektir. Romantik sevgi’nin getirdiği hızlı yakınlık,
coşku ailelerin sosyal gerekliliklerinden bağımsız şartlar bu duyguyu çok daha ilgi çekici ve sahici(!) gösterir
ona göre. Kişiler birbirini tanıdıkça inanılmazlık yiter, hayal kırıklıkları,
birbirinden bıkmışlık baştaki bütün coşkun duyguları alıp götürür. Oysa kitaba
göre şu bilinmez: En başından beri o coşkun tutku, birbiri için “deli” olma,
sevginin değil, kişilerin içinde bulunduğu “yalnızlığın” bir kanıtıdır.
Bu tespitle
beni çok etkiler Fromm, devam ediyorum.
Romantik
Sevgi’den kastın ne olduğunu daha iyi anlayabilmek için Robert Stenberg’in bir
makalesinin şemalaştırılmış halini bırakıyorum şuraya:
Fromm,
kuramını olabilecek en uzak yere kadar götürür: Adem ile Havva’ya.
Adem ile
Havva, “iyilik, kötülük bilgisi ağacının” meyvesini yedikten, Tanrı’ya
başkaldırdıktan sonra -baş kaldırma özgürlüğü olmadan iyi, kötü diye bir şey
olamaz- başlangıçta doğayla aralarında
bulunan hayvanca uyumdan silkinip insan olduktan sonra -çıplak olduklarını
gördüler- ve utandılar. -buradaki utanmayı Victoria döneminin getirdiği bir
yargıyla cinsel organ görme utancı olarak ele almamak lazım, Fromm’a göre-
Erkek ve
kadının birbirilerinin farkında varınca yalnızlıklarının, değişik cinsten
olduklarının, bu yüzden farklı olduklarının bilincine varırlar, farklılığın
getirdiği yabancılık duygusuyla bakarlar birbirilerine. Çünkü sevmeyi
öğrenmemişlerdir. (Bunu Havva’yı savunacak yerde suçu ona atan Âdem’in tavrı
böyle düşünürür Fromm’a.)
Ve ekler
Fromm, sevgiyle birleşme olmadan insanın yalnızlığını fark etmesi utanma
duygusu yaratır insanda. Bu, aynı zamanda suçluluğun ve huzursuzluğun da
kaynağıdır!
Hops! Diye
sosyolog gidiyor, psikanalist giriyor kitap boyu böyle.
Suç atan
sevgisizler geldi aklıma, konumuz dışı ama. Hemen yolluyorum aklımdan.
Ayrıca bu
kıssa Hıristiyan teoloji’den. Kim bilir Türk-İslam geleneğin’den nasıl bir
yorum çıkabilirdi. Değerli Bilgin Saydam Hocamız bu konuyu çalışsa da
psikomitoloji’de biz de dinlesek.
Değerli
Bilgin Hocam: tamam.
Devam
edelim, kuramın bir diğer kısmını “özgürlük” oluşturuyor. Bu tanımı da
Spinoza’nın Ethica’sından aldığını ifade ediyor kendisi. Etken ve edilgen
eylemlerle, tutkular arasındaki farkı ayırır. Etkin bir eylemi yaparken kişi
özgürdür, eylemin efendisidir. Edilgin eylemde ise kişi farkında bile olmadığı
bir itici gücün nesnesi durumundadır.
Öyleyse sevgi “tutulma” değildir, bizatihi özgürlük içinde
gerçekleştirilir. Sevgi bir “etkin”liktir, “edilgen”lik değildir; bir şeyin
içinde olmaktır, kapılmak değil. En genel biçimde vermektir, almak değil.
Burada tam da irrasyonel kıvılcımları ayakucumuzda izlerken, verme kavramını
Hıristiyan öğretinin anımsattığı “fedakarlık”tan ayırıyor Fromm.
Kişiliği
gelişmemiş, sömürü odaklı, istifçi kimseler vermeyi bir vazgeçiş olarak
algılarlar, diyor.
Kimisi de
vardır ki onlara tüccar anlayışlı kişiler, vermeye hazırdır fakat hemen sonra
bir şey alma karşılığında.
Bazıları
vazgeçmek acı verici olduğu için vermeyi erdem sayarlar, acı’nın kendisi
erdemdir onlara göre. Yoksun kalmanın acısı almanın sevincinden daha iyidir.
Fromm’un
bahsettiği Üretken kişilik içinse verme bu Katolik algıya zıt bir kisveye
sahiptir. Vermek güçle dolmanın en iyi anlatımıdır, almaktan çok daha coşku
vericidir. Yani aslında vermek eksilmek değil, tam tersine bir gücün dışa vurumudur. Hatta vermek karşındakinde bir şey
uyandırmaktan alamaz kendini. Böylece verme ilişkisi karşılıkla bir yaratım
sürecine dönüşür. Bu eyleme katılanlar, iki kişilik bu yeni yaşantıya borçlu
sayarlar kendini. Marx’ın bir kitabından alıntı yapıyor burada: “Sevgi
uyandırmadan seviyorsanız başka bir deyişle sevginiz o durumuyla sevgi
yaratmıyorsa, yaşamınızı seven bir kişi olarak ortaya koyup da sevilen bir kişi
olamıyorsanız sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir”
Bu verme
eyleminin yanında belirli temel ögeler çıkıyor her sevgide karşımıza: ilgi,
sorumluluk, saygı ve bilgi.
1 İlgi,
annenin çocuğuna olan sevgisinde açıkça görülen şeydir. Çocuğuna bakmasa, onu
emzirmese, rahat etmesini sağlamasa onu sevdiğine bizi kim inandırabilir?
2 İlgi ve
bakım, sorumluluğu çıkarır ortaya, bu ise bir başkasının gereksinmelerine
verdiğimiz gönüllü yanıt -emek- olarak tanımlıyor Fromm tarafında. Başkası
tarafından yüklenilen bir şey değildir. Tabiri caizse “bir başkasının işinden
bana ne” dememektir.
Sevgi neydi?
ashdsa tamam yapmiycam.
Yine
incilden anılarla Hz.Yunus’un adalet talebiyle ayrıldığı kavminden sonra
yaşadıklarını, Tanrı’nın onu merhamete davet edişini anlatıp kavmine karşı
“haklı ve umarsız” olmasını, henüz sevgiyi bilmemesine bağlar.
3 Üçüncü
tamamlayıcı unsur ise saygı’dır. Ki sorumluluk saygı eşlik etmediği takdirde
çabucak zor’a ve zorbalığa dönüşebilir. Saygıdan kasıt ise kökeninden yola
çıkarak (Latince= Respicere: bakmak) bir insanı olduğu gibi görebilmek, onun
kendine özgü bireyselliğini fark etmektir. Yani saygı ancak özgürlüğün olduğu
yerde bulunabilir.
4 Ve saygı,
kişiyi tanımayı gerektirir. Burada bilgiye başvururuz. Bilgisiz, ilgi ve
sorumluluk körü körüne olur. Ve ilgiyle kazanılmamışsa bilgi de boştur. -bu
ayrım nedense Kant’ın, duyular olmadan akıl boş, akıl olmadan duyular kördür,
sözünü getirdi benim aklıma.- Sevginin parçası olan bilginin de öze
işleyeceğinden bahsediyor, konuşulmayan bir şeyin anlaşılabilmesi gibi.
ben seni hep
sevgilim ben seni hep
yüzünden
geçen dalgalardan okudum.
ellerine
sevgi okudum gözlerine şefkat okudum
annen seni
inkar etmişti
aldım etime
dokudum.
Ve sevgi
aslında bu anlamıyla bir olma yoluyla canlılığı “tanıma”dır. Bir öğrenme
yoludur ayrıca.
Bir olma deyince:
“Buldum diyen ikiliktedir” diyen Yunus’u hatırlayalım.
Dücane
Cündioğlu, İbni miskeveyh (arif) ve ibn-i rüşd (alim) arasında bir diyalogdan
bahsederdi:
-Benim
bildiğimi sen tanıyor musun?
-Evet
-Senin tanıdığını
ben biliyor muyum?
-evet
-peki bu
ikisi aynı şey mi?
-hem evet
hem hayır.
Yani bir
alim bilirken, arif tanır. Bu ise sevginin mümkün kıldığı bir şeydir. Böyle
bakınca sevmek, sevdiğin şeyde yok olmak ve onu tanımak imkanı verir. Tüm
evreni vahdet-i vücut anlayışına götüren bakış, böyle mümkün olsa gerektir.
Sevgi
yoluyla tanımak için nesnel bilgi bir ön koşuldur yine. Nesnel yanını
bilmediğimiz bir şeyi öz-gün yanıyla da -öz’üyle- bilemeyiz.
Son olarak
sevgi’yi kaynakları itibariye anlatıp bitirelim:
A-Kardeş
Sevgisi: İncil’in getirdiği “komşunu kendin gibi sev.” Anlayışıyla Fromm şöyle
anlatır, bir dünyaya doğarız, bakım verenimiz, kural koyanımız vardır. Onların
kim olduğunu ve bizim için ne işe yaradıklarını zamanla anlarız. Fakat bir de
kardeş vardır, o bir ihtiyacımızın direk karşılığı değildir, yalnızca vardır.
Onları yalnız var oldukları için ve bizimle aynı şartları tecrübe eden birer
eşit’imiz oldukları için severiz. Kardeş sevgisi: eşit’lerin sevgisidir.
B-Anne sevgisi: Tıpkı Tanrı’nın dünyayı yaratıp sonra ilgiyle onu izlemesi gibi anne de çocuğu yaşatan, onun yaşamıyla ilgilenen ve sahip olduğu “yaşama sevinci”yle çocuğuna dünyanın yaşanılası bir yer olduğunu hatırlatan bir figürdür. Çaresiz olanı sevmek ve yaşatmak ve kendi olmasına izin vermek döngüsüdür bir nevi. Bu yüzdendir ki bir annenin sevgisi çocuk büyürken sınanır, eğer ki anne çocuğunun kendi olmasına izin vermiyorsa orada narsistik bir sevgi yer alıyor demektir.
C- Cinsel Sevgi: Annelik ve kardeşliğin genel yanından farklı olarak -tüm çaresizleri ve tüm kardeşlerimi sevebilirim- cinsel sevgi karşıt olanla bir olma ihtiyacından doğar, bu yüzden yapısı gereği genelleştirilemez, bir kişiye özeldir. Bu yüzden aldatcı olduğunu söyler Fromm. Yanında tüm hiddetiyle insanın kendi olabildiği bir sevgi, beden dahil olmak üzere mahremiyetin yıkıldığı bir sevgi olarak anlatır, hatta pek çok itişmeye, zararlı ilişkiye rağmen hala ayrılmak istemeyen evli çiftlerin hastalıklı bağını böyle anlayabiliriz, der.
Şimdi bi
dur, düşün:
Ev ki, en
büyük mahremiyetti
Kimdi vuran,
kimi, en mahreminden? Diyor bazı şairler
ve
“Muhtemel ki
merhamet aşk’tan üstündür.” Diyor başka bazı şairler.
D-Kendini
Sevme:
Sevginin bir
tutum olduğunda söz ettik. Bu yüzden kendini sevme aslında bütün sevgilerin
gerçekleşmesi için bir ön koşuldur. Bir insan yalnız başkalarını sevdiğini
söylüyorsa hiç kimseyi sevmiyor demektir. Ayrıca kendini sevmenin bencillik
gibi anlaşılması ihtimaline dikkat çeker Fromm ve bencilliğin kendini sevmemenin
bir sonucu olan mutsuzluktan kaynaklandığını ve huzursuzluk içinde elde
edemediği doygunluğu bencilleşerek yaşamdan koparmaya çalıştığını ifade eder.
E-Tanrı
Sevgisi: Açıkçası kitabın bu kısmına gelene kadar, kendisine neden “filozof”
denildiğini anlamış değildim. Fakat her bir detayını anlatmak oldukça tafsilat
gerektirdiği için felsefesine inmeyeceğim, Aristo mantığını ve ardıllarını
inceleyip düşüncenin üretimi için gereken en temel kabulleri inceliyor Fromm.
Ve sonra düşünce’nin yetkin olmadığı yerlerde dinlerin sahip olduğu konumu koyuyor
ortaya. Okumanızı tavsiye ederim. (Burada Yahudi-Hıristiyan ve hatta uzak doğu
dinlerinin teolojilerini oldukça iyi bilen Fromm’a İslamiyet’i hiç bilmediği
için eleştirilerimi bırakmadan geçemeyeceğim. Kitap boyunca Tasavvuf geleneğimizden
öyle çok alıntı parladı ki zihnimde. Sonra bir yere Mevlana’yı kondurmuş da
işte. Böyle olmaz 😊 )
Bölüme
gelecek olursak, yine insanlık tarihinin ilk tanrı algısıyla başlatmış. İlk önce
doğaya doğan insanın hayvanları tanrı olarak düşünmesi, sonra hayvan ve
bitkilerin tanrı’lara sunulduğu dönem. Taş dönemlerinde kilden ve gümüşten putlar
yapılması (politeist dönem). Derken Fromm’un anlattığına göre anaerkil ve
babaerkil dinler ortaya çıkıyor. Bunun sevgi ile bağlantısı da şu: babaerkil dinler
kural koyucudur, otoriteyi tanır ve eğer Tanrı’nın kuralarına iyice uyarsan
sevilmeye layık olursun.
-Beni bir
ses sahibi kıl, kefarete hazırım.- gibi bir şey.
Anaerkil
dinlerde ise sevgi elde edilemez, vardır ya da yoktur. İnsan yalnızca olduğuna
inanıp dua edebilir. Babaerkil dinler gibi kesin yargılar yoktur. Uzak doğu
dinlerini aklınıza getirin mesela, Hindistan’ı. “Kendimizi yargılamıyoruzz” dediğimiz
meditasyonların anayurdunu. Luthercilerde de buna benzer bir kisve görürüz
mesela.
Yalnız baba
sevgisi sert ve şefkatsiz, yalnız anne sevgisi yargılama gücünden yoksundur
diye ekler sonra.
Freud ve Lacan kokan bu tespitler beni meraklısı için küçük bir kaynak bırakmaya teşvik etti, tam şimdi:
Kuramı ardından
o günkü koşulların sosyolojik nedenlerini ve uygulama ile ilgilerin önemini
anlatmış. Sosyolojik nedenler günümüze uzak olduğu için, uygulama ve çözüm
kısmını da başta belirttiğim gibi “çözdüm!” diyen anglo-saxon indirgemeciliğine
yakın bulduğum için yer vermedim.
Şöyle bitireyim:
Şöyle bitireyim:
Ben böyle seviyorum işte:
Zerafetini, gaddarlığını,
İnceliğini, kabalığını;
Olduğun şairi,
Olmadığın erkeği seviyorum.
Zerafetini, gaddarlığını,
İnceliğini, kabalığını;
Olduğun şairi,
Olmadığın erkeği seviyorum.
Bir zamanlar çocuk olduğun
Ve bir gün ceset olacağın için
Seni seviyorum.
Hem gövdeni, hem aklını seviyorum.
Yalnızca boynunun düzgün çizgilerini değil,
Koltuk altının terini de seviyorum.
Kanımı tutuşturan gücünü de,
Çocuk gibi elinden tutma hissi uyandıran
Güçsüzlüğünü de seviyorum...
Ve bir gün ceset olacağın için
Seni seviyorum.
Hem gövdeni, hem aklını seviyorum.
Yalnızca boynunun düzgün çizgilerini değil,
Koltuk altının terini de seviyorum.
Kanımı tutuşturan gücünü de,
Çocuk gibi elinden tutma hissi uyandıran
Güçsüzlüğünü de seviyorum...
Tanrı böyle sevemiyorsa
Ben de sevgimi tanrı yaparım!
Ben de sevgimi tanrı yaparım!
Héloise, Abélard'a.
Çok Teşekkürler. İlgiyle okudum ve dusuncelerinizi izlemek zevkti
YanıtlaSilNe demek, ben teşekkür ederim.
SilElinize,emeğinize sağlık büyük bir keyif ile okudum.Gerçekten müthiş bir inceleme olmuş, başarılarınızın devamını dilerim.
YanıtlaSilÇok teşekkürler 🌿
SilWith your elegant permission, Princess, may I read poems kindly, blow bubbles softly, and see the gorgeous elegancy at the lavender gardens?, :)
YanıtlaSil