KATEGORİLER

Erich Fromm - Sevme Sanatı Üzerine

Bugün psikanalist, sosyolog Erich Fromm’un “Sevme Sanatı” isimli kitabından bahsetmek istedim. Öncelikle bu kitap, sevmek edimine psikolojik ve sosyal boyutlardan olabildikçe geniş bir çevreden bakabilmiş, sonlara doğru biraz daha felsefi argümanlar ortaya koymuş ve bence yazarının Anglo-Saxon geleneğini çok iyi yansıtmış bir kitap: çözümlemeleri değil ama çözümleriyle, naif ve umutlu bir dede canlandı gözlerimin önünde.
Kitap, önsözünde eline kişisel gelişim niyetiyle bu kitabı alanları hayal kırıklığına uğratmak için olsa gerek, sevginin; içine düşülen bir talih değil -fall in love- belirli bir olgunlukta barınan, emekle ve yaratıcılıkla (baya creativity diyor) kazanılan ve nihayetinde insana alçakgönüllülük, cesaret, inanç ve disiplin kazandıran bir kabiliyet -be in love- olduğunu, herkesin sevemeyeceğini anlatıyor.

Erich Fromm’a göre sevgi, “bilgi ve çaba” gerektiren bir sanat. Öyleyse Ne olduğuna (bilgisine) ve nasıl uygulandığına (çaba) bir bakalım.

Ahmet Haşim’in, “şiiri anlatmak, eti için bülbülü öldürmeye benzer.” Dediğini yeri gelmişken hatırlatıyor, bülbülünüze sahip çıkmanızı temenni ediyorum.

Öncelikle kitap esas sıkıntının, sevme “yeti”sini kazanmaya değil de sevgi “nesne”si olmaya çabalamaktan kaynaklandığını söyleyerek başlar. Anlaşılan sevmenin ne olduğuna kafa yormaktan imtina eden pek çok insanın sevilmek için oldukça fazla kafa yorması bir hayli şaşırtır yazarı. -güç peşinde erkekler, güzellik peşinde kadınlar, felan.- Hemen ardından sosyolog edasıyla sevginin aldığı bu tavrın bir sebebi olarak şunu anlatır: Victoria döneminde evlilik, geleneksel alışkanlıklara göre -görücü usulü, ailelerin sosyal koşullarının gereklerine uygun- yapılırdı. Sevginin bu gerekli koşul sağlandıktan sonra doğacağı beklenirdi. -nikah’tan doğan keramet.- sonraki kuşakların sahip olduğu romantik sevgi’nin getirdiği özgürlük anlayışı, nesne’nin önemini, yeti’nin önemine göre epeyce arttırmış olsa gerektir. Romantik sevgi’nin getirdiği hızlı yakınlık, coşku ailelerin sosyal gerekliliklerinden bağımsız şartlar bu duyguyu  çok daha ilgi çekici ve sahici(!) gösterir ona göre. Kişiler birbirini tanıdıkça inanılmazlık yiter, hayal kırıklıkları, birbirinden bıkmışlık baştaki bütün coşkun duyguları alıp götürür. Oysa kitaba göre şu bilinmez: En başından beri o coşkun tutku, birbiri için “deli” olma, sevginin değil, kişilerin içinde bulunduğu “yalnızlığın” bir kanıtıdır.




Bu tespitle beni çok etkiler Fromm, devam ediyorum.
Romantik Sevgi’den kastın ne olduğunu daha iyi anlayabilmek için Robert Stenberg’in bir makalesinin şemalaştırılmış halini bırakıyorum şuraya:



Fromm, kuramını olabilecek en uzak yere kadar götürür: Adem ile Havva’ya.
Adem ile Havva, “iyilik, kötülük bilgisi ağacının” meyvesini yedikten, Tanrı’ya başkaldırdıktan sonra -baş kaldırma özgürlüğü olmadan iyi, kötü diye bir şey olamaz-  başlangıçta doğayla aralarında bulunan hayvanca uyumdan silkinip insan olduktan sonra -çıplak olduklarını gördüler- ve utandılar. -buradaki utanmayı Victoria döneminin getirdiği bir yargıyla cinsel organ görme utancı olarak ele almamak lazım, Fromm’a göre-
Erkek ve kadının birbirilerinin farkında varınca yalnızlıklarının, değişik cinsten olduklarının, bu yüzden farklı olduklarının bilincine varırlar, farklılığın getirdiği yabancılık duygusuyla bakarlar birbirilerine. Çünkü sevmeyi öğrenmemişlerdir. (Bunu Havva’yı savunacak yerde suçu ona atan Âdem’in tavrı böyle düşünürür Fromm’a.) 
Ve ekler Fromm, sevgiyle birleşme olmadan insanın yalnızlığını fark etmesi utanma duygusu yaratır insanda. Bu, aynı zamanda suçluluğun ve huzursuzluğun da kaynağıdır!

Hops! Diye sosyolog gidiyor, psikanalist giriyor kitap boyu böyle.
Suç atan sevgisizler geldi aklıma, konumuz dışı ama. Hemen yolluyorum aklımdan.
Ayrıca bu kıssa Hıristiyan teoloji’den. Kim bilir Türk-İslam geleneğin’den nasıl bir yorum çıkabilirdi. Değerli Bilgin Saydam Hocamız bu konuyu çalışsa da psikomitoloji’de biz de dinlesek.
Değerli Bilgin Hocam: tamam.

Devam edelim, kuramın bir diğer kısmını “özgürlük” oluşturuyor. Bu tanımı da Spinoza’nın Ethica’sından aldığını ifade ediyor kendisi. Etken ve edilgen eylemlerle, tutkular arasındaki farkı ayırır. Etkin bir eylemi yaparken kişi özgürdür, eylemin efendisidir. Edilgin eylemde ise kişi farkında bile olmadığı bir itici gücün nesnesi durumundadır.  Öyleyse sevgi “tutulma” değildir, bizatihi özgürlük içinde gerçekleştirilir. Sevgi bir “etkin”liktir, “edilgen”lik değildir; bir şeyin içinde olmaktır, kapılmak değil. En genel biçimde vermektir, almak değil. Burada tam da irrasyonel kıvılcımları ayakucumuzda izlerken, verme kavramını Hıristiyan öğretinin anımsattığı “fedakarlık”tan ayırıyor Fromm. 
Kişiliği gelişmemiş, sömürü odaklı, istifçi kimseler vermeyi bir vazgeçiş olarak algılarlar, diyor.
Kimisi de vardır ki onlara tüccar anlayışlı kişiler, vermeye hazırdır fakat hemen sonra bir şey alma karşılığında.

Bazıları vazgeçmek acı verici olduğu için vermeyi erdem sayarlar, acı’nın kendisi erdemdir onlara göre. Yoksun kalmanın acısı almanın sevincinden daha iyidir.
Fromm’un bahsettiği Üretken kişilik içinse verme bu Katolik algıya zıt bir kisveye sahiptir. Vermek güçle dolmanın en iyi anlatımıdır, almaktan çok daha coşku vericidir. Yani aslında vermek eksilmek değil, tam tersine bir gücün dışa vurumudur.  Hatta vermek karşındakinde bir şey uyandırmaktan alamaz kendini. Böylece verme ilişkisi karşılıkla bir yaratım sürecine dönüşür. Bu eyleme katılanlar, iki kişilik bu yeni yaşantıya borçlu sayarlar kendini. Marx’ın bir kitabından alıntı yapıyor burada: “Sevgi uyandırmadan seviyorsanız başka bir deyişle sevginiz o durumuyla sevgi yaratmıyorsa, yaşamınızı seven bir kişi olarak ortaya koyup da sevilen bir kişi olamıyorsanız sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir”

Bu verme eyleminin yanında belirli temel ögeler çıkıyor her sevgide karşımıza: ilgi, sorumluluk, saygı ve bilgi.

1 İlgi, annenin çocuğuna olan sevgisinde açıkça görülen şeydir. Çocuğuna bakmasa, onu emzirmese, rahat etmesini sağlamasa onu sevdiğine bizi kim inandırabilir?
2 İlgi ve bakım, sorumluluğu çıkarır ortaya, bu ise bir başkasının gereksinmelerine verdiğimiz gönüllü yanıt -emek- olarak tanımlıyor Fromm tarafında. Başkası tarafından yüklenilen bir şey değildir. Tabiri caizse “bir başkasının işinden bana ne” dememektir.
Sevgi neydi? ashdsa tamam yapmiycam.
Yine incilden anılarla Hz.Yunus’un adalet talebiyle ayrıldığı kavminden sonra yaşadıklarını, Tanrı’nın onu merhamete davet edişini anlatıp kavmine karşı “haklı ve umarsız” olmasını, henüz sevgiyi bilmemesine bağlar.
3 Üçüncü tamamlayıcı unsur ise saygı’dır. Ki sorumluluk saygı eşlik etmediği takdirde çabucak zor’a ve zorbalığa dönüşebilir. Saygıdan kasıt ise kökeninden yola çıkarak (Latince= Respicere: bakmak) bir insanı olduğu gibi görebilmek, onun kendine özgü bireyselliğini fark etmektir. Yani saygı ancak özgürlüğün olduğu yerde bulunabilir.
4 Ve saygı, kişiyi tanımayı gerektirir. Burada bilgiye başvururuz. Bilgisiz, ilgi ve sorumluluk körü körüne olur. Ve ilgiyle kazanılmamışsa bilgi de boştur. -bu ayrım nedense Kant’ın, duyular olmadan akıl boş, akıl olmadan duyular kördür, sözünü getirdi benim aklıma.- Sevginin parçası olan bilginin de öze işleyeceğinden bahsediyor, konuşulmayan bir şeyin anlaşılabilmesi gibi. 

ben seni hep sevgilim ben seni hep
yüzünden geçen dalgalardan okudum.
ellerine sevgi okudum gözlerine şefkat okudum
annen seni inkar etmişti
aldım etime dokudum.

Ve sevgi aslında bu anlamıyla bir olma yoluyla canlılığı “tanıma”dır. Bir öğrenme yoludur ayrıca.
Bir olma deyince: “Buldum diyen ikiliktedir” diyen Yunus’u hatırlayalım.

Dücane Cündioğlu, İbni miskeveyh (arif) ve ibn-i rüşd (alim) arasında bir diyalogdan bahsederdi:
-Benim bildiğimi sen tanıyor musun?
-Evet
-Senin tanıdığını ben biliyor muyum?
-evet
-peki bu ikisi aynı şey mi?
-hem evet hem hayır.
Yani bir alim bilirken, arif tanır. Bu ise sevginin mümkün kıldığı bir şeydir. Böyle bakınca sevmek, sevdiğin şeyde yok olmak ve onu tanımak imkanı verir. Tüm evreni vahdet-i vücut anlayışına götüren bakış, böyle mümkün olsa gerektir.
Sevgi yoluyla tanımak için nesnel bilgi bir ön koşuldur yine. Nesnel yanını bilmediğimiz bir şeyi öz-gün yanıyla da -öz’üyle- bilemeyiz.

Son olarak sevgi’yi kaynakları itibariye anlatıp bitirelim:

A-Kardeş Sevgisi: İncil’in getirdiği “komşunu kendin gibi sev.” Anlayışıyla Fromm şöyle anlatır, bir dünyaya doğarız, bakım verenimiz, kural koyanımız vardır. Onların kim olduğunu ve bizim için ne işe yaradıklarını zamanla anlarız. Fakat bir de kardeş vardır, o bir ihtiyacımızın direk karşılığı değildir, yalnızca vardır. Onları yalnız var oldukları için ve bizimle aynı şartları tecrübe eden birer eşit’imiz oldukları için severiz. Kardeş sevgisi: eşit’lerin sevgisidir.

B-Anne sevgisi: Tıpkı Tanrı’nın dünyayı yaratıp sonra ilgiyle onu izlemesi gibi anne de çocuğu yaşatan, onun yaşamıyla ilgilenen ve sahip olduğu “yaşama sevinci”yle çocuğuna dünyanın yaşanılası bir yer olduğunu hatırlatan bir figürdür. Çaresiz olanı sevmek ve yaşatmak ve kendi olmasına izin vermek döngüsüdür bir nevi. Bu yüzdendir ki bir annenin sevgisi çocuk büyürken sınanır, eğer ki anne çocuğunun kendi olmasına izin vermiyorsa orada narsistik bir sevgi yer alıyor demektir.

C- Cinsel Sevgi: Annelik ve kardeşliğin genel yanından farklı olarak -tüm çaresizleri ve tüm kardeşlerimi sevebilirim- cinsel sevgi karşıt olanla bir olma ihtiyacından doğar, bu yüzden yapısı gereği genelleştirilemez, bir kişiye özeldir. Bu yüzden aldatcı olduğunu söyler Fromm. Yanında tüm hiddetiyle insanın kendi olabildiği bir sevgi, beden dahil olmak üzere mahremiyetin yıkıldığı bir sevgi olarak anlatır, hatta pek çok itişmeye, zararlı ilişkiye rağmen hala ayrılmak istemeyen evli çiftlerin hastalıklı bağını böyle anlayabiliriz, der.

Şimdi bi dur, düşün:
Ev ki, en büyük mahremiyetti
Kimdi vuran, kimi, en mahreminden? Diyor bazı şairler
ve
“Muhtemel ki merhamet aşk’tan üstündür.” Diyor başka bazı şairler.

D-Kendini Sevme:
Sevginin bir tutum olduğunda söz ettik. Bu yüzden kendini sevme aslında bütün sevgilerin gerçekleşmesi için bir ön koşuldur. Bir insan yalnız başkalarını sevdiğini söylüyorsa hiç kimseyi sevmiyor demektir. Ayrıca kendini sevmenin bencillik gibi anlaşılması ihtimaline dikkat çeker Fromm ve bencilliğin kendini sevmemenin bir sonucu olan mutsuzluktan kaynaklandığını ve huzursuzluk içinde elde edemediği doygunluğu bencilleşerek yaşamdan koparmaya çalıştığını ifade eder.

E-Tanrı Sevgisi: Açıkçası kitabın bu kısmına gelene kadar, kendisine neden “filozof” denildiğini anlamış değildim. Fakat her bir detayını anlatmak oldukça tafsilat gerektirdiği için felsefesine inmeyeceğim, Aristo mantığını ve ardıllarını inceleyip düşüncenin üretimi için gereken en temel kabulleri inceliyor Fromm. Ve sonra düşünce’nin yetkin olmadığı yerlerde dinlerin sahip olduğu konumu koyuyor ortaya. Okumanızı tavsiye ederim. (Burada Yahudi-Hıristiyan ve hatta uzak doğu dinlerinin teolojilerini oldukça iyi bilen Fromm’a İslamiyet’i hiç bilmediği için eleştirilerimi bırakmadan geçemeyeceğim. Kitap boyunca Tasavvuf geleneğimizden öyle çok alıntı parladı ki zihnimde. Sonra bir yere Mevlana’yı kondurmuş da işte. Böyle olmaz 😊 )
Bölüme gelecek olursak, yine insanlık tarihinin ilk tanrı algısıyla başlatmış. İlk önce doğaya doğan insanın hayvanları tanrı olarak düşünmesi, sonra hayvan ve bitkilerin tanrı’lara sunulduğu dönem. Taş dönemlerinde kilden ve gümüşten putlar yapılması (politeist dönem). Derken Fromm’un anlattığına göre anaerkil ve babaerkil dinler ortaya çıkıyor. Bunun sevgi ile bağlantısı da şu: babaerkil dinler kural koyucudur, otoriteyi tanır ve eğer Tanrı’nın kuralarına iyice uyarsan sevilmeye layık olursun.

-Beni bir ses sahibi kıl, kefarete hazırım.- gibi bir şey.

Anaerkil dinlerde ise sevgi elde edilemez, vardır ya da yoktur. İnsan yalnızca olduğuna inanıp dua edebilir. Babaerkil dinler gibi kesin yargılar yoktur. Uzak doğu dinlerini aklınıza getirin mesela, Hindistan’ı. “Kendimizi yargılamıyoruzz” dediğimiz meditasyonların anayurdunu. Luthercilerde de buna benzer bir kisve görürüz mesela.
Yalnız baba sevgisi sert ve şefkatsiz, yalnız anne sevgisi yargılama gücünden yoksundur diye ekler sonra.

Freud ve Lacan kokan bu tespitler beni meraklısı için küçük bir kaynak bırakmaya teşvik etti, tam şimdi:

Kuramı ardından o günkü koşulların sosyolojik nedenlerini ve uygulama ile ilgilerin önemini anlatmış. Sosyolojik nedenler günümüze uzak olduğu için, uygulama ve çözüm kısmını da başta belirttiğim gibi “çözdüm!” diyen anglo-saxon indirgemeciliğine yakın bulduğum için yer vermedim. 
Şöyle bitireyim:



Ben böyle seviyorum işte:
Zerafetini, gaddarlığını,
İnceliğini, kabalığını;
Olduğun şairi,
Olmadığın erkeği seviyorum.
Bir zamanlar çocuk olduğun
Ve bir gün ceset olacağın için
Seni seviyorum.
Hem gövdeni, hem aklını seviyorum.
Yalnızca boynunun düzgün çizgilerini değil,
Koltuk altının terini de seviyorum.
Kanımı tutuşturan gücünü de,
Çocuk gibi elinden tutma hissi uyandıran
Güçsüzlüğünü de seviyorum...
Tanrı böyle sevemiyorsa
Ben de sevgimi tanrı yaparım!

Héloise, Abélard'a.


Yorumlar

  1. Çok Teşekkürler. İlgiyle okudum ve dusuncelerinizi izlemek zevkti

    YanıtlaSil
  2. Elinize,emeğinize sağlık büyük bir keyif ile okudum.Gerçekten müthiş bir inceleme olmuş, başarılarınızın devamını dilerim.

    YanıtlaSil
  3. With your elegant permission, Princess, may I read poems kindly, blow bubbles softly, and see the gorgeous elegancy at the lavender gardens?, :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Tarkovski - İvan'ın Çocukluğu

Tarkovski - İvan'ın Çocukluğu
Tarkovski bir gün aşkı anlatmak istemiş.

Popüler Yayınlar