Platon - Symposion diyaloğu üzerinden "Aşk" üzerine Veya Corona günlerinde Aşk.p
İlk defa sıradaki yazımı yazacağım ve konu fenasal zor. Hadi başlıyorum..
Symposion, aslında “birlikte içmek” anlamına geliyor. Büyük
kutlamaların yapıldığı, şarap eşliğinde konuşmalar, övgüler, atışmalar ve sair
eylemlerle bir arada toplanmanın ismi. Türkçeye Şölen diye çevrilmiş.
Öncelikle Sokrates bu ziyafete geç kalıyor, hep olduğu gibi.
Sonrasında başlıyorlar “aşk” üzerine konuşmaya. Phaidros lafa başlıyor, övgüler
yağdırıyor aşka.
Yeri gelmişken hatırlatmakta fayda var: antik yunanda mitler
Homeros ve hesiodos’un şiirlerine dayanır. bir tanrı/tanrıça olan aşk da afrodite/eros’un
kendisinden başka bir şey değil. Fakat Tanrıça Afrodite’nin şanı ikiye
ayrılıyor, Homeros afrodite’yi zeus’un kızı olarak anlatırken, hesiodos daha
farklı bir kronos hikayesiyle aktarıyor. Hal böyle olunca iki farklı afrodite
ortaya çıkıyor:
1göksel -homeros’unki-
2ortamalı (pandemos) -hesoidos- afroditesi.
İşte bu ortamalı afroditesi phaidros’a göre, her işini
rastgele yapan, sevdiklerinin bedenlerini canından (ruhlarından) çok seven
aşağılık insanlar. bu insanlar aptaldır ve işlerini tesadüfe bırakırlar! göksel afrodite’nin yanından gidenler ise hiç dişilik karışmamış sadece
erkekliği olan bir Tanrı’ya bağlanmış olurlar. -antik yunan’da iki erkek
arasındaki aşkın beden bağımsız, değer bağımlı olması hasebiyle kutsal olduğunu
burada hatırlatmak gerekiyor sanırım.- buradaki -göksel- sevenler, gençleri
yalnız akılları başlarında olacakları yaşta severler ve niyetleri
karşılarındakiyle bir ömür hayat kurmak olur.
Ve buradan yola çıkarak der ki: seven bir insanın her türlü
köleliğe katlanması onu küçük düşürmez, bu gönüllü köleliğin de utanılmayacak
şekli erdem uğruna köleliktir.
Sonra sıra aristophanes’e gelir -yıllar sonra bulutlar
komedyasıyla Sokrates’i hapse attıran bu şair bayağı bir saçmalar. Tarihsel
olarak bile anlatamayacağım. Şahsî…-
Derken doktor Eryksimakhos söze
başlar, sevginin erdemi üzerine şunları söyler: En önemlisi sevginin (Eros’un)
ne haksızlık etmesi ne haksızlığa uğramasıdır. Tanrılar içinde eros’un başına
zor’la (bia) bir şey gelmez.
Ne güzel değil mi? Zor aşkı ele geçiremez. Ne büyük güç!
Sokrates! Sıra ona gelir
sonunda.
Öncelikle hatırlatmak istiyorum, herhalde herkes en az bir
kere retweetlemiştir ki
Sokrates “tek, bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir.” Sözünün
sahibi filozoftur. Fakat sevgi üzerine konuşması gerektiğinde şöyle söyler:
Ben ki aşk’tan başka bir şey bilmem!
Tek tanrılı dinler ve hatta din algısının yapay zeka üzerinden
devam ettiği bu dünyada bizim için anlaması zor olan bir şey var burada.
Sokrates’e kadar olan tüm konuşmacılar aşk, eros ve afrodite’yi bir ve aynı şey
olarak ele alırlar. Aşk tanrı’nın ta kendisidir ve şairler onu övmek için
yarışa girmişlerdir. İşte bu övgüler sonrası Sokrates söze karışır ve şöyle
der:
-Öncelikle aşkın ne tür bir varlık olduğunu, sonra da onun
işlerini ortaya koymak gerekir. Sevgi bir şeyin sevgisi midir, yoksa değil
midir?
Elbette bir şeyin sevgisidir, diye cevaplanır.
-Sevgi, sevdiği şeyi arzular mı yoksa arzulamaz mı?
Arzular tabii, diye cevaplanır.
-Kendinde olan bir şeyi mi arzular, olmayanı mı?
Kendinde olmayanı, diye cevaplanır.
-Öyleyse Eros, eksiktir ve kendinde olmayanı arzulamaktadır
Sokrates orada bulunanları sorgulayarak şunu fark
ettirmiştir ki sevgi, “sevilen ve mükemmel olan” bir varlık olarak değil, “seven, eksiğiyle var olan fakat iyiyi elde
etmeyi arzulayan, arada” bir varlıktır.
Yani şunu gösterir aslında, Tanrı’lar mükemmel olmalıyken,
aşk’ı bir Tanrı olarak varsayamayız, çünkü aşk kendinde olmayanı arzulamaktır. Eksiği olmak mecburiyet vardır.
İşte bu düşünce mythos'tan logos'a geçiştir. Tanrısal
-şairlerin övdüğü eros- olan, kavramsal ve dilsel -eksik fakat iyiyi arzulayan-
bir kisve alır. Aşk bir tanrı değil, dil ile ifade ettiğimiz bir kavramdır.
Bütün bunları ona öğreten ise Diotima isimli bir Mantineialı
kadındır. Gerçekten böyle bir kadın yaşadı mı, bilmiyoruz.
Diotima, sevgi “Tene ve cana (psyche, ruh) göre güzellik
içinde doğurma’dır, der. -Burada Freud’un sevgi üretmektir deyişine göz kırpıyor
olabilirim bir miktar. Kendisi, Antik yunan’ı en iyi bilen psikiyatrlardan biri olsa
gerektir.-
Şunu niçin eklemeyeyim?
“Yalnız doğurandır, doğruyu bulan.”
Sevginin bir mükemmeli arzulamak hadisesi olduğundan ve
bunun yolunun da ölümsüzlüğe ulaşma çabası içinde doğurmak olduğundan bahsetmiş
olduk. Diotima bu yolcuğu ikiye ayırır.
1 Bedenleriyle ölümsüzlüğe ulaşmak isteyenler
2 canın ürünleriyle ölümsüzlüğe ulaşmak isteyenler.
Bedeniyle
ulaşmanın yolu çocuk doğurtmaktır. Can ile ulaşmanın yolu ise düşünce üretmektir. -şairler,
sanatçılar, filozoflar (o zaman, bugünkü anlamda bilim olmadığı için filozof
içeriğinde dahil edilmeli diye düşünüyorum.)
Soylu canlar -ki onlar gerçekten soylu bedenlerde
barınabilirler o zamanki görüşe göre. Köle doğmuş birinin soylu bir ruha sahip
olma imkanı yoktur. bir başka soylu ten (güzel beden) ve cana rastladığında ona vurulur ve bu ikisi
birbirini geliştirmeye çalışırlar. Güzel bir bedenle düşüp kalkma onunla büyük
bir can ürünü ortaya koyma imkanı verir kişiye. Beden güzellikleri yaşanmalı ve
sonra aşılmalı, can’a çıkılmalıdır.
-sufilerin bahsettiği kemale ermeye çabalamak gibi de anlayabiliriz aslında. Derviş’in hiç aşık olmamış genci dergahtan kovup aşık ol da gel, dediği-
“Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi ki sevmek
Ki Karaköy köprüsünde yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü ikiye bölünecekti
Çünkü iki kişiydik”
Burada ten ve can birlikteliği benim için dikkat çekici bir
konu açıkçası. Hıristiyanlık’la gelen bedeni hor görme ve nefsi dizginleme fikrine
oldukça uzak. Bir büyüğümden Aziz Agustinus’un aylarca yıkanmadığını işitmiştim,
bedeni öylesine önemsiz ve fani gördüğü için.
Aynı zamanda bu somut varlık’tan soyut olana yükseliş şunu
da hatırlatıyor. Bir insanı sev ki insanlığı sevesin. Hiç insanı -somut varlık-
sevmemiş olan, insanlığı -soyut varlık- da Tanrı’yı da sevemez.
Böyle çok basit de, yok mu öyleleri?
Şöyle sadeleştirilebilir belki, somatik ve estetik olandan
etik ve epistemik (bilgi) olana geçiş sağlanmış olur. İnsanın bedenini sev ki
bedenin ruhunu sevesin. Ve en son “asıl ruh”un (Tanrı’nın) kendisini (bilgisini)
sevesin. Bu, aklın herkeste aynı şekilde var oluşu gibi bir kabiliyet olabilir
belki.
İşte böyle.
Kitapta bu geçişlerin basamak basamak, hayal kırıklıkları,
takılmalarla ve tekrar tekrar denenerek, öğrenmek suretiyle olacağına dair imalar
da oldukça yoğun.
Şöyle bitirir Diotima: “İnsanın salt güzellikle karşı
karşıya geldiği an yok mu, sevgili Sokrates işte yalnız o an için insan hayatı
yaşanmaya değer!”
"halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti.."
Sonrasında Alkibiades gelir ve tüm sarhoşluğuyla Sokrates’i
elde etmenin ne zor olduğundan bahsetmeye başlar. Tüm tanrısal aşk konuşmaları
birden tuzla buz olur Platon’un bu ince hamlesiyle. Hayat gelir, karşıda
durur.
Sevgili okur, bu kitap nice sufilere de kaynak kitap
olmuştur zamanında. Benim anlattım gitti, diyebileceğim gibi bir kitap değil. Yalnız
Ahmet İnam hocamın da cesaretlendirmesiyle, anladığım, öğrendiğim bir şeyler de
varsa harmanlamaya çalıştım şöylece.
Teşekkürler
YanıtlaSilgaliba rica ederim demem gerekiyor burada. :)
Sil